YA SEN OLMASAYDIN..

O olmasaydı noolurdu diye düşünüyorum bu gün.. O olmasaydı halimiz nice olurdu?.. Ümmeti Muhammedin hâli nice olurdu?

1920 li yılların başları.. Müslüman memleteketlerin tamamının üstünü bir karabulut kaplamış. İslam namına konuşan diller susmuş, gören gözler kör olmuş, duyan kulaklar işitmez olmuş.. Bilmeyen, bilmek için çalışmayan, bilse bile bildiğiyle amel etmeyen bir topluluk için çöküş, yıkılış, neredeyse tamamen yok oluş mukadder olmuş.
Ehli küfrün zafer çanlarını çaldığı seneler.. Hilafet kaldırılmış.. Bin yıllık Türk İslam medeniyyetinin harfleri değiştirilmiş.. Medereseler kapatılmış. Zamanın Alimleri birer birer evlerinden alınıp hunharca katledilmiş. Mukaddes Kitabımızın okunması ve okutulması yasaklanmış.

Yeni Cumhuriyetin yeni yüzleri yönünü kıbleye değil, materyalizme ne idüğü belirsiz prensip ve kanunlara çevirmişti. Devrim ve İnkilab kanunları.. Ve yeni 'ulu'lar, yeni İlâhlar peydah oldu.. Zorla, ısrarla, 'cebren ve hile' ile aziz vatan bütün köşeleri kuşatıldı.

Düşünün "şapka kanunu" diye bişey çıktı ve bu kanuna muhalefetten insanlar idam edildi, şehirler bombalandı.

Neticede devrimci, ihtilalci zorba diktatörlerin elinde Aziz vatanımızın Aziz evlatları, Aziz vatanın zelil ve rezil evlatları haline getirildi.
İslami hassasiyeti olan ne kadar insan varsa susturuldu, pusturuldu. Yaşamayı başaran alimler köşelerine çekildiler. Evlerine kapandılar. Köylerine, dağlarına, yaylalarına sığındılar. Yahut bin yıldır temsil ettikleri Türk-İslam mefkuresine ihanet edip ya korkudan yada dünya menfaati için, ikbal için yeni "cunta" ile anlaşıp rejimin devşirmeleri oldular.
Tasviri imkansız bir dizi depremler geçiriyordu o günlerin Türkiyesi ve o depremler taştaş üstünde bırakmıyordu. Ahlaki ( etik) depremler, itikadi ( inançsal) depremler, fikrî (düşünsel) depremler... Ve sonunda "Moderniteyi", "Ahlaksız olmak" olarak algılayan, "ne kadar edepsizsen o kadar modernsin" diyen bir nesil çıktı ortaya bir kaç on yılda.. Geçmişini reddeden.. Tarinden utanan.. Peygamberine levmeden.. Umutların tükendiği, yüreklerin çarpmaz olduğu, dimağların dumura uğradığı bir zaman..

İşte birkaç kelimeyle tasvir etmeğe çalıştığım o kasvetli dönemde bir zat belirdi ufukta.. Umutların umudu oldu biranda.. Devrin bütün ilimleriye donatılmış bir Osmanlı Entellektüeli... Maddi ve manevi ilimlerdeki zirve duruşuyla gözleri kamaştıran. Hocalarının gıbta ettiği, sevenlerinin gurur duyduğu bir genç adam.. Nezaketi, zerafeti, letafeti, firaseti, ilimdeki vukufiyyeti, islamı yaşamadaki dirayeti, dikkati ve rikkati ile görenleri hayran bırakan bir adam. Vakûr, mutedil ve mütevazi haliyle tam mânâsıyla Peygambere bir ümmet. Bir kul.. Bir Ârifi billâh. Bir Racül..

Ve O Racül bu ölü sessizliğini bozan oldu.

Son Osmanlı dersiamlar meclisinde şöyle bir tarihi konuşma yaptı. 'Zulm'ün onca dehşetine rağmen bir konuşmaydı bu.. Ölümden korkmadan, zulümden korkmadan... İdam sehpalarının gölgesinde bir konuşma.

"Efendiler! Memleketimiz talihsiz bir zulmün müstebit ellerinde bir yok oluşa doğru hızla ilerliyor.. Bizler bu memleketin yetiştirdiği 500 den fazla ehli ilim "dersiâm"larız.. Ve bu gün ilmimizin hakkını vermek her zamankinden daha elzemdir. Ümmeti Muhammedin evladı oluk oluk Cehenneme gidiyor.. Bugün bir şeyler yapma zamanıdır.. Geliniz, korkmayınız, kaçmayınız! Allah bu dinin hadimlerinin yanındadır. Bizler 520 dersiâm olarak sadece kendi evlatlarımıza dahi vârisi olduğumuz Enbiya mirâsı olan bu ilimleri öğretirsek, bu memlekete en az 50 sene daha yeteriz.. Söylediklerime kulak veriniz! Yarın Ruzı Mahşerde Cenâbı Hakka hesap veremeyiz. Mesul oluruz!

Ne hazindirki bu konuşmayı yapan o yiğit insana kimse kulak vermedi. Ve o gün o ulema Dersiamlar Meclisini terkedip gittiler.. Bir daha dönmemek üzere. Gittiler ve gelmediler...

Yalnız kalan o Racül, görünürde kimsesiz kalan o Adam "ne yapalım, demekki bu yolculuğa tek başımıza devam edeceğiz" dedi. Ve besmeleyle kolları sıvadı, örneğine ancak asırlarda bir rastlanır Dava'sına başladı. Dava; bataklığa düşmüş ümmeti Muhammedin evladını bataklıktan kurtarmak.. Bu necip milletin talihsiz evlatlarının elinden tutup kurtarmak. İmanları muhafazaya almak. İnançları tashih etmek. Amelleri tertib etmek. Maddi ve manevi taarruzlardan akılları, fikirleri, kalpleri korumak için ilahi kitabın sonsuz ilimlerini öğretmek. Hem dünyevi ilimlerle hemde İslami ilimlerle tam donanmak. Görenleri kendisine hayrân bırakacak nesiller yetiştirmek. Maddenin değil mânânın peşinden koşan nesiller.. Hor görülen, hakir görülen Müslüman âlemini imrenilen, takip edilen bir ideal medeniyyet seviyesine eriştirmek.. Medeniyyet;dünyaların, güneşlerin, galaksilerin hasılı kainatın varoluş sırlarlarını içinde bulunduran İslam medeniyyeti. Sonsuz mutluluğun şifrelerini elinde tutan Kuran medeniyyeti. Ve neticede Dava; Kuran davası.

Önce kendi evlatlarını yetiştirdi. Çocuklarını okutarak başladı işe. Enbiya mirası olan paha biçilmez İslamın sigortası olan ilimleri gece gündüz okutup öğretmeye başladı. Yılmadan, bıkmadan, usanmadan... Her türlü cefaya, ezaya göğüs gererek... İnsan üstü bir gayretle, bütün ruhuyla, bütün kalbiyle, sırrı, hafisi, ahfası ve küllisiyle sarıldı davasına.

Bir yandan istanbulun Sultanahmet, Süleymaniye, Yeni Cami gibi meşhur camilerinde halkı irşad ederken bir yandan yüzlere, binlere ulaşan canından çok sevdiği talebelerine "mukaddes ilimlerin" derslerini verdi. Olmaz, olamaz! diyen, Hakk dâvânın o ürkek kaçkınları olan eski âlimlerin şaşkın bakışları arasında ve olanca yokluklar, imkansızlıklar altında, postallılardan kaçarak, saklanarak, mucizevi bir şekilde ilim okuyan bu Talebeler bir kaç yıllık dersleriyle "âlim" oldular. Birer İslâm biligini oldular. Kürsülere çıkıp vâz etmeye başladılar. İstanbul'un selâtin camileri, boylarından büyük kürsülerde gümbür gümbür konuşan 9-10 yaşındaki çocukların sesiyle sallandı. Haberler dalga dalga tüm Türkiyeye yayıldı. Anadolu kubbelerin altındaki bu "altın çocukları" konuşmaya başladı. Henüz bulûğa ermemiş bu çocukların onbinlere hitab eden tefsirlerini tahlil eder oldu. Haberlerin ulaştığı doğu illeri, güney illeri, kuzey illeri, batı illeri, tüm Anadolu akın akın İstanbula gelmeye başladı. Camiler yavaş yavaş doldu. Asırlık mollalar, alimler, koca koca müftüler şaşkınlık içinde bu İslam bülbüllerini dinliyordu. Kendilerinin 15-20 yılda okuyup öğrenemedikleri ilimleri bu çocuklar nasıl olurda 70 yaşındaki bir alim olgunluğunda terennüm edebilirlerdi! Bu ne acayib işti.. Gazeteler yazmaya başladı.. Sokaklara bu haberler düştü. Ve elbetteki birileri bu işten oldukça rahatsız olmuştu.. Ama heyhat.. Atılması gereken ok bir kerre atılmış, okun tekrar yay'la kavuşması imkansız olmuştu.

Derken O Racül'ün yetiştirdiği melek yüzlü gençler Anadoluya inmeye başladılar. Onları istanbul kürsülerinden hayran hayran dinlemiş olan firaset sahibi tüccarlar kucaklarını açtılar, sahip çıktılar. Buyur ettiler. Ve kendilerine öğretilen bu ilimleri Anadoludada okutmaları için taleplerde bulundular. Tüm baskı ve yıldırmalara rağmen.. Tüm hapis, şiddet ve işkencelere rağmen... İstediler. Ve onlarda gitti.. Hızla bütün Anadolu Osmanlının şanlı dönemlerinin okutulan şanlı kitaplarıyla doldu. Kuran ve kurana ait ne kadar ilim kapısı varsa köşe bucak memleketimizde açılmaya başladı.. Karanlıkla kasvetleşen topraklar, Kuranın, imanın nuruyla ilmek ilmek örüldü.

Beri yandan diktatörler zulmünü dahada artırdı. İşkencelere ağırlık verdi. Tutuklamalar, hapisler, sui kast girişimleri ardarda geldi.

Tren vagonlarında, bodrumlarda, mağaralarda, harabe evlerde yaz kış demeden acılar ve ızdıraplar eşliğinde geleceğin aydınlık insanları yetiştirildi.. Göz yaşları sel oldu. İlticalar arşı salladı. Dualar yeri göğü inletti.. Kırık pencerelerden giren ayaz, küçük bedenleri karla örttü.. Üşümüş eller Nahiv kitaplarını, sarf kitaplarını tutmaya devam etti.. Açlıktan titreyen bedenler "usûlü Fıkhın kaidelerini, Şerhi Akaidin iman direklerini bir bir belleyip bir gün yeniden Ehli Sünnet davasını dünyaya haykıracakları günlerin hayâlini kurdular..

Ve bu milletin yüzüne yeniden bir renk geldi.. Allah demenin dahi yasak olduğu bir devri atlatmış olan bu milletin..

Karanlığın zifirileştiği 20 li, 30 lu 40 lı seneler geride kalırken Bir zamanlar kendisine kulak vermeyen o Osmanlı dersiâmlarından da bir eser kalmamıştı. Belki kurtulan bir kaç kişi... Bir çoğu istiklal mahkemelerinde toplatıldı. Hiç bir şey yapmadıklar halde idam edildiler.
Bir kısmı saklandı, girdikleri kovuklarından ebediyyen çıkamadı. Çok çok azı, bir kaç tanesi de O Racülden cesaretle tekrar çıktılar meydana ve hayatlarına ürke korka, üfleye koklaya devam ettiler.. O Büyük Adam, birzamanlar kendisini yapayalnız bırakan o arkadaşlarına hiçbirşey söylemedi. Hiç bir şey olmamış gibi ellerinden tuttu.. Destekledi. Tekrar ayağa kalmalarına yardım etti. Bulundukları memleketlerde onlarada ufak tefek vazifeler verdi. 1950 den sonra Türkiyedeki siyasi şartların nisbeten rahatlaması sayesinde kendi yollarını, cemaatlerini oluşturmak isteyenler oldu. Ehli Sünnet çizgisinden çıkmamaları şartıyla destekledi.. Böylece İslam yeniden farklı tadlarıyla, farklı renkleriyle Türkiyede yaşanmaya başlamış oldu.

Kainatın yüce sahibine sonsuz şükürler olsun, Ogün, O'nun tek başına başlattığı bu, İslam'ı yeniden ihya etme hareketi, bugün yüzbinlere, milyonlara ulaşmış durumda. İstanbul'un mukaddes toprağında yere düşmek üzere olan İslam sancağını O'nun "bir tırnağını dahi dünyalara değişmem" dediği İmamı Rabbani Evlatları diyar diyar, dalga dalga dolaştırmaktalar. 1920 lerde zamanın Deccalî küfrüne rağmen atılan "mukaddes adım" bu gün Yeryüzünün her köşesini ihâta etmiş durumda. Ne büyük mutluluk ki artık Kuran ve Ehli sünnet bülbüllerinin renk renk, ırk ırk, millet millet, olanca haşmetiyle serhatten serhate susayan gönüllere koştuğunu hayranlıkla temâşa etmekteyiz.

Evet, kırık dökük, hissiyat yoğun birkaç cümlecikle anlatmaya çalıştığım o Muhteşem Zatı düşünüyorumda bu gün, ya O olmasaydı noolurdu bu memleketin hali..! O da korksaydı diğerleri gibi davasını yaymaktan.. Ya vazgeçseydi bu milletin evladının elinden tutmaktan.. ! Ya herşeyi bilen Allah O nu seçmeseydi bu dinin ihyası için. Yeryüzünde unutulmaya yüz tutmuş olan bu "Enbiya Mirası Ehli Sünnet ilimlerini" yeniden harf harf, hece hece okutmasaydı bizlere! Halimiz nice perişan olurdu..

Öyle ya, gerçekten ya O olmasaydı?!

Bugün, 16 Eylül.. Üstazım, Sebebi irşâdım, vesilei Necâtım Tuna boylu, Silistreli Şeyh Süleyman Hilmi Tunahan ( ks) Hazretlerinin dârı bekâya irtihâl ettiği gün. Her an varlığını ruhumda hissettiğim, ayak izlerini takib etmekten âciz olduğum O Racül'ün, O Yalnız Adam'ın, O Nebî Evlâdı'nın biz gâfilleri ceseden terkettiği gün. Aslı pâk, nesli pâk, herşeyiyle tertemiz olan O ilim Deryası'nın, Âhir Zaman Mücahidi'nin, mükemmellik timsalinin, ebedi Âleme intikâlinin gerçekleştiği gün.. Bin bir çile ile cehalete karşı yaktığı İslam ve Kur'an kandilini, "gözümün Nuru" dediği evlatlarına teslim ettiği gün.. 1888 de Baba ocağında başlayan Muhteşem yolculuğun 1959 İstanbul'da hitâma erdiği gün.
Bu gün, Evvelce bir iken, bu gün milyonlara erişmiş tek yürek çarpan Süleymanların, "Muhteşem Süleymân'ı" yâd ettiği gün.

Doğrusu bir zamanlar Cenazesini dahi kaldıracak bir imam bulamayan bu Memleketin şanslı evlatlarının bu Aziz insana kıyamete kadar minnet borcu var.. Nikahını dahi kıyabilecek bir müslümanı kalmayan bu toprakların, o Adanmış Zât'a ebediyyen şükran borcu var.

Kıymetli kardeşlerim,
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, İstanbulda Karaca Ahmet mezarlığında metfun bulunmaktadır. Kabri Şerif'i yeryüzünün her ülkesinden gelen binlerce evlâdı tarafından ziyaret edilmektedir. 1924 lü yıllarda başlatmış olduğu İlim ve İrfan yayma davası aynı çizgide, aynı ruhla bu gün yüzbinlerce talebesi tarafından mükemmelen yürütülmektedir. Dünyanın 150 den fazla ülkesindeki milyonlarca Talebesi, Manevi evlatları, hayranları O'nun mücadele hayatından ilham almakta, yeryüzünün daha yaşanabilir bir hale gelmesi için fedakârca çalışmakta ve yarın Allahın huzurunda bu dünyadaki ödevlerini yerine getirmiş birer "Kul" olabilmek için O'nun Ruhundan yefeyyüz etmektedir.

Hazreti Üstaz'ın evlatlarının tek gayeleri insanlığın kurtuluşu.. Tek düşünceleri Hazreti Muhammedin ismini arzda ve semada temâşâ etmek.. Tek korkuları Allah korkusu.. Tek endişeleri de Üstazlarına layık evlat olamamaktır.
Ehli sünnet dairesinde oldukları sürece hiçbir mümini ayırmazlar, hiçbir cemaate cephe almazlar, Üstazlarından öğrendikleri İslamî ilimleri tâ Rasülullah Efendimiz zamanından bu yana intikal etmiş usûllerle, Rasülullahın öğrettiği şekilde öğretirler. Gönülden talep eden her müslümana Dünyada ve Ahirette öğrenilmesi ve uygulanması lazım olan bilimlerin eğitimini karşılıksız verirler.
"İlim öğrenmeden" tefsir okuyan nesiller değil, maddi ve manevi ilimleri tam tahsil etmiş "müfessirler" yetiştirirler. Kitaplar yazan âlimler olmaktan çok ilmiyle âmil, "canlı kitaplar" olan âlimler olmaya gayret ederler.. Rasülullah ve Ashabının çizgisinde olan her nevi kitap, basın, yayın hareketini tasvib eder, bizzat neşreder, bu uğurda fedakarlık yapan Ehli Sünnet erlerini desteklerler.
Farklı din mensuplarını İslama davet ederler. Onlarla tek ortak paydalarının ancak İslam olabileceğini söylerler.
Bilimin "Dünyevi ve Uhrevi" olduğunu bilirler. Bu sebeple en yüksek seküler ilimler ve diplomalara sahiptirler. Bu diploma ve etiketleri de asıl gaye olan "Âli ilimlerin" yani "Yüksek İslamî" ilimlerin emrinde kullanırlar.
Kimseyi hor görmezler. İnsan'ı ve insanî değerleri daima her dünyevi değerin üstünde tutarlar.
Çevre temizliğine Kalbin temizliği, kalıbın temizliği ve fikrin temizliği kadar önem verirler. Fanatizmden, fanatik fikri akımlardan, insanlardan, grup ve oluşumlardan uzak dururlar.

Fatiha, İhlas ve sonsuz şükranlarımız, Ruhun'dan istimdât ve Yed'i Mübarekeleri ile, tüm ehli İmanla beraber O'nun Ruhu'na olsun.

Keşke sana lâyık bir evlat olabilseydim..

Ahmet Kemal ÖNCÜ

( Türkiyede İslam'ın yükselişi için emeği geçen diğer tüm islam büyüklerinden ve bağlılarından da Cenâbı Hakk Razı olsun. Din gününün sahibi Olan Allah bu İmân denizine bir kaşık suyla bile olsa katkıda bulunan herkese ecrini ihsan eylesin.)

-alıntı-